bugün

entry'ler (569)

zallı gammazlamak

Sözlüğün en başarılı 6. gammazı olarak az önce gerçekleştirdiğim hadise. Bu anı ölümsüzleştirmek için birde ekran görüntüsü aldım. Normalde gammazladığım entryler için çok hızlı aksiyon alan moderatör ekibi de şu an ne yapacağını düşünüyor sanırım.

https://galeri.uludagsozl...4%B1-gammazlamak-2190274/

Neyse bu işin sonu nereye varır kestiremiyorum. O yüzden her ihtimale karşı söylemek isterim ki:

(bkz: sizlerle yazmak güzeldi)

eski sevgili ile karşılaşmak

merhabayın.

bir dönem bazı özel hisler hissettiğiniz veya hissettiğinizi sandığınız insan ile karşılaşma durumu.

uzun süredir yazmıyordum, gecenin bir yarısı iki cümle karalayayım dedim. artık entryler eskisi gibi okunmuyor, ileride bir gün anılarımı hatırlamak isterim diye bira fıstık eşliğinde yardırayım gitsin dedim sevgili kardeşim. rahatsız ettiysem özür dilerim.

hanımla geçenlerde markete gittik. ben her zamanki gibi evin ihtiyaçlarını alıyorum, hanım da ihtiyacımız olmayan, tek özelliği ekstreyi üçe katlamaya yarayan ürünlere bakınıyor. her şey rutininde devam ediyor yani. ben meyve sebze reyonunda gezinirken yanıma geldi:

hanım: vendetta neye bakıyorsun?
vendetta: yaprak var mı diye bakıyorum. bulursam alayım da güzel bir yaprak sarması yiyelim.
h: hani sen dikkat ediyordun kilona? yaprak sarması yersen nasıl olacak o iş? doktor pirinci yasaklamadı mı sana?
v: kızım yeşillik işte. doktor yeşil olan her şeyi yiyebilirsin demedi mi? dışı yeşil, içini görmeden atacağım ağzıma.
h: offf neyse. yukarı katta çok güzel biberonlar var, bakalım mı?
v: aa harbi mi? tabi ki bakalım.

aga bak durumu özet geçeyim, sen anla. hanım hamile değil, o biberonu alıp kullanabileceğimiz hiç bir alan yok yani. biz her alışverişe gittiğimizde 2-3 kutu mum alırız, o mumlar evde eritilir, yeni mumlar yapılır ama yakılması yasaktır. geçen aylarda bir gece uyandım, aman yarabbim o nasıl bir karın ağrısı? acilen sıçmam lazım ama elektrik yok. yaktım telefonun flaşını hanımın mum dolabına gittim. hayvan şeklinde olanlar, kokulu olanlar, pasta şeklinde olanlar, kapiçino şeklinde olanlar, dondurma şeklinde olanlar... ulan dedim çakmak bulayım, ilk elime hangisi gelirse yakayım, gidip güzelce sıçayım diye düşündüm. aga çakmağı aldım, elime hangi mum geçse yanmıyor, dondurma gibi olanı alıyorum yanmıyor, renkli olanı alıyorum yanmıyor, kokulu olanı alıyorum yanmıyor, ama benim bağırsaklarım alev almış, ateş atıyor. dikkatlice bakınca gördüm ki; hiç birine ip koymamış. ben de gittim flaş ışığı ile sıçtım. ertesi gün sordum, ip olsa yakarsın sen diye koymuyorum dedi. aferin dedim. sen beni tanımışsın, bravo dedim.

bu arada böyle özetin amk. neyse...

biberonların olduğu yere gittik, a a o da ne? benim hanım yine birinin kucağında çocuk bulmuş seviyor. bu sırada da "ayyy vendetta, şunun tatlılığına bak, bembeyaz bir çocuk, maşallah ne kadar güzel bir bebek, gel de bak vendetta." gibisinden sevecen sevecen konuşuyor. dönüp bakınca direk bebeğin annesi ile gözgöze geldim aga. zaten karşı taraf ismimi duymuş duruma hazırlıklı, benim için ama hiç ipucu yok amk. sadece bebek var, bebek beyaz tenli, güzel bir bebek. ama annesinin eski sevgilim olduğuna dair hiç bir emare bulunmuyor. zaten göz göze geldiğimiz gibi çocuğu koynuna bastırarak uzaklaştı hemen.

bizimki bozuldu tabi, ne olduğunu anlayamadı. bende marketten çıkana kadar bir şey demedim. araba ile eve dönerken baktım hala insanlığın bitmiş olduğundan, bir çocuk sevdim sanki çocuğu kaçırıp zorla dilendirmeye götürecekmişim gibi nasıl kaçırdı vs. gibi sövmeler devam ediyor, insanlığı kurtarmak adına 3 ay boyunca kavga etmeyi göze alarak durumu söyledim. dürüst davrandığım ve durumu açıkladığım için önce kahkahalarla güldü, sonra marketten aldığımız mumlardan brini yakıp mum ışığında yaprakları bana sardırdı.

saygı, sevgi ve diğerleri...

spor salonu

koşu bantlarında takılırken yanımdaki adam 7 km hızla yürürken; ben 5 km hızla koştuğumu fark ettiğimden beri gitmediğim yer.

evdeki sahipsiz eşyanın boşanmaya sebep olması

ayağının serçe parmağını sehpaya vurmanın bir level üstüdür bu hacı. yani -ben aykut olarak söylüyorum, benim için o tarz bir acıydı işte.

eskiler bilirler. buraların dutluk olduğu zamanlar, yıl 2009 falan. o zamanlar üniversitedeyim, boş zaman çok, sözlükte yardırıyorum. uzak mesafe ilişkisinin bir başka avantajı işte. o dönemlerde akşam 9 gibi msn açılır, gecelere kadar sevgiliyle muhabbet edilir, sonra sözlüğe sarılırdı tarafımca. bu dönemlerde atılan ilişkinin temeli bir gün kaçınılmaz son ile; evlilik ile noktalandı. hanım bursalı olunca, bir de üstüne öğretmen olunca yaz tatillerinde Kayseri'den bursa'ya ailesinin yanına gider mütemadiyen. gidince de insan gibi gitmez hani, minimum 1 ay.

yine böyle bir eğitim öğretim yılının sonları. hanım son hazırlıklarını yapar, yıl sonu törenlerinden sonraki güne uçak biletini alır. günler hızla geçer, tören yapılır, ertesi gün hanım yolcu edilir ve büyük özlem duyulan bekar hayatına hızlı bir giriş yapılır. bekar arkadaşlar hafta sonları eve çağrılmakta, maç izlenmekte, rakılar içilmektedir. tabi bu süreçte eve onlarca insan girip çıktığı için evi 1 hafta sonra bok götürmeye başlar. bu süreç hanımın geliş süresine bağlı olarak değişmekle birlikte; genelde 40 gün civarı sürer. hanım geldikten sonra yaklaşık 1 hafta boyunca çamaşır suyu kokusu evden eksik olmaz. bir akşam işten eve dönülür, hanım yatak odasındadır:

vendetta: ben geldim.
hanım: hoşgeldin. delilleri seninde görmen için hiç yerinden oynatmadım.
vendetta: ne delili ya? ne oldu, hayırdır?
hanım: bak (bu sırada elinde siyah kırışık bir şey göstermektedir), yatak odasındaki makyaj masamın altında ne buldum?
vendetta: çorabımı mı buldun? ne o?
hanım: tayt.
vendetta: eee. ne olmuş yani? çıkarıp atmasaydın oraya bir hışımla.
hanım: heh. işte bende tam öyle düşündüm. bu kadar kırışmış durumda olması, bu taytın acele bir biçimde çıkarıldığını gösteriyor.
vendetta: olabilir. her zamanki dağınıklığın işte.
hanım: hmmmm... dağınıklığım? işte sorun tam olarak burada başlıyor. bu tayt bana ait değil.
vendetta:....
hanım:...

uzun bir sessizlik ortama hakim olur. tuttuğun takımın formasını büyük bir hevesle alırsın da halı saha maçına gidersin ya, sonra 2. dakikada ilk golü kalende görüp o kıyamadığın formanın üstüne yeşil ayraçı giyersin ya, tam o ruh halini yaşıyordum işte o an. mutlu ama üzgün. mutluluğumun üstüne yeşil bir ayraç gibi çökmüştü o kara tayt.

vendetta geçmiş 40 günü düşünmektedir. eve başka bir kız girmediğinden emindir. en azından kendisinin eve kız getirmediğinden emindir. ancak bu süreçte eve girip çıkan, alkollü gecelerin finalinde yer yokluğundan abazaya bağlamış arkadaşların bu ihaneti yapma ihtimali düşünülür. acaba alkollü gecelerin sabahında işe gidilmişken evde uyuyan arkadaşlardan birisi eve kız arkadaşını mı çağırmıştır diye düşünülmeye devam edilir. uzun bir süre düşünülür...

vendetta: hayatım saçmalama, o tayt senindir.
hanım: bu bana olmayacak kadar küçük. belli ki kısa boylu birinin. yine de senden hiç beklemediğim için giymeyi denedim. tabi ki bu kadar kısa bir şeyi giymeyi başaramadım.
vendetta: (gluk)
hanım: kim bu kadın?
vendetta: valla bilmiyorum.
hanım: evimize giren kadının kim olduğunu bilmiyor musun? hayat kadını mı getirdin bir de evimize?
vendetta: ne hayat kadınısı ya... benim bu tayt ile hiç alakam yok hayatım. valla billa bak.
hanım: tamam. açıkla o zaman evimizde bu taytın ne gezdiğini.
vendetta: güzeeeelll.

en azından bir açıklama sıçma şansını yakalamıştım. zaman kazanmak için aklıma gelen ilk kelimeyi uzatarak söylemiştim. ağzımı yaya yaya, gözlerimi yukarıya odaklayarak 'güzeeeelllll' diyebildim sadece. 'güzeeeellll' dediğim an eşim bana bakakaldı. o kadar bir bildiğim varmış tınısıyla söylemiştim ki bu kelimeyi, imkanım olsa ben bile bana bakakalırdım. Hatta bir ara gerçekten 'ulan bir bildiğim mi var acaba?' düşündüm. sonra baktım aklıma bir bok gelmiyor, ihtimaller üzerinden gitme seçeneğini seçtim.

vendetta: valla biliyorsun, bekar arkadaşlar geldi gitti bir kaç kez, onlardan birisi kız arkadaşını getirmiştir belki.
hanım: bana herşeyi düzgünce anlatana kadar seni görmek istemiyorum. lütfen bu odaya bu olayı anlatmaya karar vermeden girme bir daha.

günler günleri kovalamaktadır. hanımın yokluğunda eve gelen bütün arkadaşlar aranır, kimse olayı üstlenmez. 'olum biriniz bu olayı üstlenin, yengeniz boşayacak beni' edebiyatına başlanır. emir isimli bir arkadaş ile olay üstüne planlar yapılır. yalanlar hazırlanır. gün içinde hanım aranır, akşam herşeyin açığa kavuşacağını, emir ile eve gelineceği belirtilir.

emir isimli arkadaş hazırlanan yalanları sıralamaya başlar:

emir: ya bak yenge, sen kayseri'de olmayınca bende şehir dışından kız arkadaşımı çağırdım.
vendetta: tüh sana ibne herif. neden bana haber vermiyorsun?
emir: haklısın vendetta, uzak mesafe ilişkisi yenge, en iyi siz bilirsiniz bunu.
vendetta: ptüh sana hayvan herif. insan bir söylemez mi? senin yüzünden evliliğim bitiyordu.
emir: işin buralara geleceğini tahmin etmedim. özür dilerim.
vendetta: tüh sana öküz herif.
emir: durum bu yani. vendetta durumu anlatınca çok üzüldüm. ben sizi daha fazla rahatsız etmeden gideyim.

arkadaş yolcu edilirken hanım ile sarmaş dolaş kol kola daire kapısına kadar gidilir. tam arkadaş gidecekken:

hanım: aaa, emir dur bir saniye. bari vereyim krize neden olan taytı. sen verirsin kız arkadaşına tekrar.
vendetta: (kaş göz ederek) tabi tabi, al götür taytı emirciğim.

tayt verilir. mutlu günler tekrar gelmiştir. formanın üstünden ayraç çıkmıştır. mutlu mesut geçen bir haftanın sonunda bir akşam yemek esnasında hanımın telefonu çalar. konuşma esnasında 'tabi tabi gelin.... kahve içeriz... vendetta yorgun değil bekliyoruz.' gibi kelimeler seçilir. hanımın öğretmen arkadaşlarından birisi kocasıyla birlikte kahve içmeye gelmek istemektedir. sofra beraberce toplanır. misafirler gelir. kahveler içilir. gecenin ilerleyen saatlerinde misafirler yolcu edilirken bir anda:

hanımın arkadaşı: ya hocam, dönem sonunda törenlere gitmeden önce sizin eve gelmiştik ya. ben burada üstümü değiştirirken taytımı unutmuşum. onu verebilir misin?
hanım: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!
vendetta: (hanıma sinirli biçimde dönerek) neeeee?

karı koca şaşırma tepkisinden sonra bir anda susulur.

hanım: ehie. ehehe. ne taytı yaa? ben tayt görmedim evde.
hanımın arkadaşı: ama o gün burada çıkardım ben onu. sonra almadım yanıma diye hatırlıyorum.
hanım: ehheheh. ben yarın sabah bakayım. bulursam getiririm. aslında gitmeseniz mi? noldu hayatım? niye bana sinirli bakıyorsun? emir diye bir arkadaşın vardı senin, o ne yapıyor?

aykut kocaman

Lütfen..

Sana yalvarıyorum... aynı takıma gönül vermiş iki insan olarak... lütfen... yalvarırım... içinde bir gram fenerbahçelilik varsa lüften git... yalvarırım git, aziz yıldırımı da al git...

Ne olursun güzel abicim... öne geçtiğin bir maçta yarım saat ezilerek oynarken sadece bizim gibi izliyorsan... lütfen git. Senin yerin taraftarlık, aynı bizim gibi... lütfen televizyon karşısında bağır, valbuenayı oyuna al diye, tıpkı bizim gibi... ama lütfen yedek kulübesinde takımı yöneten insan olma. Lütfen... bir gün olsun fenerbahçeye ait hissettiysen kendini, lütfen git. Bu işi yapamıyorsun, git.

Biz aldığı 3.000 tl maaşla bir milyon üye hedefine destek veren insanlarız. Bizim umutlarımızla daha fazla oynama, daha fazla gözümüzde çirkinleşme, kabul et ve git, evinden, eşinden, çocuğundan keserek fenerbahçe için parasını feda eden ben ve benim gibi milyonlarca taraftarın hakkı ile oynama, umutları ile oynama, hayalleri ile oynama... lütfen git..

Kişisel hırslarla donattığınız ve son kale dediğimiz, aziz başkan olmazsa 3 temmuz sürecinden hiç bir takım kalkamazdı derken... lütfen gözümüzde fenerbahçeliliğinizi koruyun... lütfen, ne olur, kulubü bir kez olduysanız sevdiyseniz bırakın...

Bizim umutlarımız var... bizim haftada bir gün olsun umutla beklediğimiz bir maç var. Haftada bir gün olsun galibiyeti değil, mücadele ruhunu görmek istediğimiz bir fenerbahçemiz var... lütfen diyorum bakın... lütfen. Aziz başkan ile birlikte gidin...

Yazık etmeyin bize....

Yazık etmeyin Fenerbahçelilere...

Yazık etmeyin hayallerimize...

Lütfen...

2 yaşındaki çocuğuma fenerbahçeyi anlatmama izin verin...

Fenerbahçeyi anlamasına izin verin...

Geleceğe ait tek umudumuzu hayal etmemize izin verin...

Lütfen hocam...

Lütfen aykut hocam....

Lütfen gidin...

Lütfen aziz başkanımı da alın gidin...

Yazık etmeyin bana... yazık etmeyin fenerbahçeliliği anlatacağım 2 yaşında ki çocuğuma... yazık etmeyin bu takıma... yazık etmeyin ali koç gibi bir insana.

Lütfen...

Ağlayarak yazdığım bu yazıyı lütfen oğluma yazdırmayın..

Lütfen...

mahalle maçında kavga çıkması

ey dostlar, hangimiz yaşamadık ki bunu? kendi mahallendeki arkadaşlarınla yaptığın maçlardan çok daha farklıydı aslında. rakip mahallenin çok iyi tanımadığın oyuncuları ile rekabetin bir fenerbahçe galatasaray derbisini aratmadığı tarzda, kemik seslerinin eksik olmadığı maçlardı onlar. maç süresinin 7 de yarı 15 de maç biter şeklinde belirlendiği günlerdi. herkes hakemdi, dizilişin kaleci-orta saha (duruma göre hücuma veya defansa yönelik), forvet, forvet, forvet, ve yine forvetten oluştuğu kadrolarla yapılan maçlardı...

işte böyle sıcak yaz günlerinden bir gün, karşı mahalleden akranlar mahallemize gelir. mahalle maçı teklifinde bulunurlar; ancak bizim mahallenin kadrosu gayet zayıftır. kemik kadroyu oluşturan elemanlar ya tatildedir, ya da köylerinde yaz tatilini geçirmektedirler. yinede düello reddedilmez, maç teklifi kabul edilir.

kadrolar hakkında genel bilgi vermek gerekirse rakip 13-14 yaşlarında 6 kemik oyuncudan oluşmakta, mahallemiz ise kalede 8 yaşında bir kardeşimizden ve 5 forvetli sistemden oluşmaktadır. forvetler hakkında genel bilgi vermek gerekirse bir tanesi 90 kilo civarında yürürken bile zorlanan ayı alper lakaplı kardeşimizden, mahallede bütün annelerin ''o çocukla oynama'' dediği çocuk ünvanı ile benden, ve vasat seviyede futbol bilgisine sahip 3 arkadaşımızdan oluşmaktadır.

maçtan önce tüm takım toplanır, rakibin boy avantajı olduğu için havadan değil ayağa pas şeklinde oynanması gerektiğinden, sert faullerden kaçınılmaması gerektiğinden, ev sahibi olmanın avantajını iyi değerlendirmemiz gerektiğinden ve olası bir kavga durumunda tüm takımca dalmamız gerektiğinden bahsedilir.

ve maç başlar.. seri bir biçimde goller kalemizde belirir. ortalama olarak dakikada bir gol yemekte olan mahalle takımımızın bir an önce bu durumdan çıkması gerekmektedir. takımın mal gibi oynamasına karşın, bala göte bir gol atılır. ilk yarı 7-1 gibi bir hezimetle henüz 10 dakika dolmadan biter. devre arasında takım gazlanır. maç bir binanın arkasındaki otoparkta yapılmaktadır ve binanın balkonundan çayını içen seyircilerimiz bizleri izlemektedir. hatta zemin katta oturan, benden ölümüne nefret eden ama annemle kanka olan ve balkonuna sürekli tezek,torpil vs. attığımız nuran teyze bile bizi izlemektedir. rakip takımın ise 2 tane seyircisi vardır. bu seyirciler de emekli amca tipinde çocuklarının maçını izlemeye gelmiş bıyıklı dayılardan oluşmaktadır. bu maç mahallenin onuru, gururu hepsini sahaya gömmemiz gerekir, bu taraftara yazık değil mi gibi cümlelerle ikinci yarıya başlanır. ancak sonuç yine hüsrandır. maçta fark açılmaktadır ve bu sürece birinin dur demesinin zamanı gelmiştir.

şahsımca yapılan fauller git gide sertleşmektedir rakipten kimse duruma isyan etmemektedir. kemik sesi volume miktarı git gide artmaktadır ve en sonunda biri isyan eder:

rakip oyuncu: lan yeter kıracaksın bacağımızı. siktin kaval kemiğimi.
vendetta: nasıl konuşuyorsun lan sen? bebe oyunu mu bu? sen süt çocuğu musun?
rakip oyuncu: maçını yap, efendi gibi mağlubiyetin keyfini çıkar. yoksa seni paketlerim şurada.

bu lafın sonuna rakip oyuncuya osmanlı tokadı sallanır, ve saha bir anda karışır ve kaçışmalar başlar. ancak kaçanlar rakip mahallenin oyuncuları değil, bizim mahallemizin elemanlarıdır. hatta o kargaşada ayı alperin bile hayatında ilk defa koştuğu görülür. ilginç bir karın ağrısı ve adrenalin ile neler olacağı beklenmeye başlanır. rakip takımın tamamı üzerime gelmektedir. ancak tokadı yiyen çocuk arkadaşlarını sakinleştirmektedir. çocuklarının maçını izlemeye gelen iki baba da elemanları tutmaktadır.

tokadı yiyen çocuk: kimse bir şey yapmasın. adam tek başına hepimize kafa tuttu, helal olsun. bırakın uğraşmaya değmez.

ulan tek başıma kafa tutacağımı bilsem ben hiç maçın amına koyar mıydım? her golden sonra sizinle sevinir, kendi kaleme asortik goller atardım. hiç senin o narin yüzüne o tokadı atar mıydım? benimkisi tamamen lüzumsuzluk, mahallenin götverenliğine geleceğimi bilememek... yine de alta girenin amına koysunlar.

vendetta: ne demek lan uğraşmaya değmez? tek tek gelin hepinizi alırım oğlum!
tokadı yiyen çocuk: seni dövmeyeceğiz.
nuran teyze: sebep?

bir anda gözler zemin kattaki balkona döner. aman allahım! ben yanlış mı duydum, yoksa gerçekten annemin kankası olan nuran teyze neden dayak yemeyeceğimi mi soruyordu? benden bu kadar mı nefret ediyordu?

ba sırada kargaşa devam etmektedir. bir ara rakip takımdan bir iki kişinin tekmelerine maruz kalınır. o sırada rakip takım taraftarlarından ve tekme atanlardan birisinin babası olan kişi bana tekme atan çocuğu ensesinden yakalar. çok müthiş bir uyum içinde ensesinden yakaladığı oğlunu ileri doğru itmekte ve bir anda geri çekmekte, sonra elini yumruk haline getirmekte ve çekiş kuvveti ile kendisine gelen çocuğunun yumruk ile buluşmasını sağlamaktadır. aman allahım, bu nasıl sanatsal bir dayaktır böyle. yumruğunu sallamaya bile üşenen baba kendisine çektiği çocuğun yumruğa çarpmasını hafif bir tebessüm ile mütemadiyen devam ettirmektedir. en sonunda yorulmuş olsa gerek çocuğu ileri ittikten sonra geri çekmez ve yer çekimi ile yüzleşmesi için oğlunu boşluğa bırakır, ancak tam bu sırada dirseği ile sırtına vurarak finiş him yapar. evet, bu olsa olsa mortal kombat oyunundan çıkma dayak sahnesi; ancak böyle finale bağlanabilirdi. çocuk yer ile kavuştuğu an benim beyin de hakimiyete kavuştu...

ben nasıl tiplere çatmıştım? babası tarafından böyle dayak yiyen çocuk olası bir kavgada beni boncuk boncuk sikerdi.

yinede ileri yapılmıştı bir kere, artık geri vites yapılamazdı. rakip mahallenin elemanları yavaş yavaş dağılırken ayı alperin kaçarken unuttuğu topun üstüne oturdum. yiyeceğim dayağın hayali ile düşüncelere giderken aklıma tek bir şey geldi. acaba annem ve babamı karşı mahalleye taşınmaya ikna edebilir miydim?...

bira çiş korelasyonu

bira ve çiş arasındaki doğrusal ilşkinin gücü. daha açık bir dille momentini siktiğimin ızdırabı.

bu öyle böyle bir durum değil beyler. oldum olası rakı içmekten büyük keyif duyan insanım. öyle kederli günde falan iyi gelmez bana rakı, daha çok ağzıma sıçmaktan başka bir boka yaramaz. o yüzden içeceğim zaman keyifli olmam lazım benim. mezem olması lazım en başta. daha önemlisi uzun marlboro kardeşliği ile bezenmiş bu sofraya adam gibi adam lazım. ancak harici zamanlar olur ki başka bir şeyler içmek gerekir. bu entry de öyle bir günde içilmiş olan sayısız biraya ve çiş ile oluşturduğu denkleme atfedilmiştir.

yanlış hatırlamıyorsam 2007 yılının aralık ayı. kayseri'den iki otobüs Fenerbahçe taraftarı kadıköydeki galatasaray maçına gidiyoruz. otobüsü de kiralamaşız ki, sadece maça giden taraftarlar var. isteyen yakıyor sigarasını. arka taraflarda alkol alanlar mevcut. Akşam maçtan çıkılınca bir arkadaşla buluşulacak yemek yenilecek, ardından bursaya sevgilinin yanına gidilecektir. hatun kişisi ile görüşülmüş istanbul bursa güzergahı hakkında bilgi alınmıştır. sevgiliye göre yolculuk yaklaşık 6 saat sürecektir. otobüsler kadıköyde durur, mabedin etrafında tur atılmaya başlanır. saat daha 16.00 civarıdır ve maçın başlamasına 3 saat vardır. bir cafeye gidilir arkadaşlarla patates kızartması ve biralar söylenir. ilk bira yuvarlanır.

cafede içilen üç biradan sonra stada doğru ufak adımlarla yola çıkılır. yol üstünde büfeden bir bira daha alınır. stadın çevresinde gezinirken bir bira daha içilir ve maça girilir. maçın ilk yarısının sonuna doğru ilk çiş belirtileri gelir. ancak staddan çıkınca yemeğe gidilecektir ve nezih bir ortamda rahatça işemek çiş sırası beklemekten daha cazip gelir. maçın ikinci yarısı iyiden iyiye rahatsız etmeye başlayan sıkışmışlık duygusu ile geçer. maçın bitiş düdüğü ile birlikte istanbullu arkadaşın beklediği alana doğru hızlı adımlarla gidilir. arkadaş ile selamlaştıktan sonra tuvalet ihtiyacının acil olduğu belirtilerek arabaya binilir. arkadaş bağırmaktan dilin damağın kurumuştur diyerek bira uzatır. bu bira da yolculuk esnasında boğulur. rakı balık ve tuvalet hayali ile kah istanbulu izleyerek kah muhabbet ederek geçen yolculuk acı bir telefon sesiyle kesilir. arkadaş telefonda aldığı haberden memnun görünmemektedir. sadece son cümleye odaklanılır.

arkadaş: tamam hemen geliyorum.
vendetta: nereye lan? beni tuvalete götürmeden hiç bir yere gidemezsin.
arkadaş: hacı kusura bakma. seni hemen terminale atayım orada tuvalete girersin, bursaya devam edersin sen. benim acilen gitmem gerekiyor.

satılmışlık duygusu ile kabaran anadolu damarı ile sessizliğe bürünülür. terminale girilir. tuvalete doğru hızlı hızlı gidilirken geri manevra yapan bir otobüsün altında kalmaktan son anda kurtulunur. otobüse gel gel diyen host ile göz göze gelinir:

arkadaş: dikkat etsene kardeşim. eziyordunuz burada bizi.
host: abi özür dilerim otobüsün o tarafını göremiyorum. nereye yolculuk abi?
arkadaş: arkadaş bursaya gidecek.
host: ooo tamam abi. hemen çabuk bin bin. bavul yok mu?
vendetta: lan dur bavul yokta çişim var.
host: gel gel.
vendetta: lan! dur adamla vedalaşayım bari.
host: abi gel. ben sana çişini yaptıracağım az sonra.

az önce otobüse gel gel diyen host bu sefer bana gel gel diyerek koluma yapışır ve beni zorla otobüse tıkar. ne olduğu anlaşılamadan otobüs ile bursa istikametine doğru yolculuk başlar. sevgili kişisine haber verilir. uyku bastırmaktadır. ancak çiş daha çok bastırmaktadır. uyumaya cesaret edilemez. uykuya bünye teslim edilirse, çişe de her an teslim olabilir düşüncesi ile çoğu boş olan koltuklardan birine oturulur ve cam kenarından istanbul seyredilmeye başlanır. bir süre gittikten sonra otobüs yavaşlar ve sıraya girer. karasal iklimde yaşamanın getirdiği hüzün ile ne olduğu anlamlandırılmaya çalışılırken otobüs gemiye biner. beyin kan yerine çiş pompalamaya başladığı için beyinde ilginç paradokslar dönmektedir. ben otobüse bindim, otobüs gemiye bindi noluyor hamuğa goyyim derken otobüsün kapıları açılır. host, abi burada tuvalet var diyerek lokasyonu işaret eder.

tuvaletin önüne gelen 3 litre çiş yüklü bünye kapının önünde kala kalır. çok hayati bir seçim yapmak durumunda kalınmıştır. ya çiş tutulmaya devam edilecek ve çiş içeriğindeki asitin böbrek ve idrar torbasını eritirken yaşattığı acı ile tanışılacaktır, ya da geminin tuvaletine girilerek hepatit ce başta olmak üzere dünya üzerindeki bütün mikroplara 15 ay askerliğini yapmış insanın karşısına çıplak çarliz teron * çıkarır gibi çıkılacaktır. çiş ile çalışan beyin çarliz teronda ki yüreğin kendisinde yer almadığına kanaat getirerek tuvaletin önünden çekilir. denizi seyrederek bir sigara yakmak için uzaklaşılır. sigara içilirken geminin iskele sancak gibi neresi olduğu bilinmeyen ama filmlerden duyulan yerlerine deniz suyu çarptıkça bünye daha bir gevşer.

vücütta sıkılan kas sayısı azaldıkça çişin yer çekimine karşı direnci de azalır. sigara atılarak tekrar otobüse binilir. bacaklar şeytan çarpmış gibi bir pozisyona getirilerek vücüttaki kan akışı, pardon çiş akışı durdurulur ve bacaklar uyuşturulur. bu pozisyonda kalmaya özen gösterilerek yolculuk devam eder. otobüs gemiden indikten sonra host yanaşır.

host: abi terminale girmeyeceğiz, senden başka bursa yolcusu yok.
vendetta: ne demek girmeyeceğiz? benim çişim ne olacak?
host: abi yapmadın mı vapurda?
vendetta: oraya en son giren adam hala orada mikroplar tarafından kemiriliyordu yapmadım. terminale girmezseniz ne olacak?
host: burada indireceğiz seni abi.
vendetta: ya kardeşim 6 saat sürecekti hani yolculuk? ben gecenin 2 sinde ne yapacağım burada? mustafakemalpaşa otobüsüne bineceğim daha.
host: abi mustafakemalpaşa otobüsleri sabah 6 da başlar. istersen sen hiç inme, bu otobüs balıkesire gidiyor seni mustafakemalpaşadan geçerken indirelim.
vendetta: e iyi o zaman. yalnız ben orada sadece etipark diye bir yer var orayı biliyorum. orada inmem lazım. oradan başka yerde inersem bulamam gideceğim yeri. oraya gelirken uyar beni.
host: abi sen orayı da bilmiyorsun sanırım. oranın adı etibank. merak etme. etibankın önünde indiririm seni ben.

çiş ile yoğurulan bünye yolculuğa devam ederken bir anda ipler kopar. uyku moduna geçilir. ne kadar sürdüğü bilinmeyen uykudan irkilerek uyanılır. camdan dışarı bakıldığında etiparkın önünden hızla geçildiği görülür. beynin anatomisi sikilmiş olduğundan durum bir süre idrak edilemez. ardından gecenin üçünde otobüste höykürülmeye başlanır:

vendetta: hoolleee. kaappteeenn. etiparkta inecek vardı. durdurun otobüsü. altıma edecem sizin yüzünüzden.

otobüsteki yadırgayan bakışlarla kesişirken otobüs etiparkın bir kaç kilometre ilerisinde durur. orta kapıdan inerken güzel bir bayan sesinin ayı dediği duyulur. otobüs hareket ettiği gibi bomboş kaldırımın ortasında sinsi plan için harekete geçilir. pantolonun kemeri çözülürken kemerin tokasına mavi bir çakar ışık yansır. tam baksırdan içeri el atılırken voooiiii zaaaattttt diye bir ses duyulur, yavaş yavaş arkaya dönülür:

polis: lan bebe? ne yapıyorsun bu saatte burada fener formasıyla?
vendetta: hıııaaa. abi ben maçtan geldim de.
polis: ortalık yere işemeye utanmıyor musun? pis herif. bin çabuk arabaya.

polis arabasına binilir. başa gelecek her şeye razı olan bünye gemide girmediği tuvaleti şu an da kucaklamaya hazırdır. polisler ile mustafakemalpaşanın bilinmedik sokaklarında gezilmektedir. ancak çişin vücutta gezebileceği herhangi bir boşluk kalmamıştır. artık dışarı çıkmak için haykırmaktadır.

vendetta: abi lütfen beni göz altına alın. nolur beni nezarete atın. yalvarırım beni tuvaleti olan bir yere götürün, çişimi yaptıktan sonra her cezaya razıyım.
polis: niye yendiniz lan bizi?
vendetta: abi allah bizim belamızı versin. gol vuruşu yapan deivid denen herifin bacağı kırılsın. yengeç dansı yapan kolları kopsun. ikinci devre samiyende 6 atın bize. beni tuvalete götürün de ne yaparsanız yapın abi.

göz altına alınmak için ikna çabaları devam ederken polis telsizine bir ihbar gelir. polisler bilinmeyen bir sokakta in çabuk diyerek beni başlarından atarlar. kaldırıma işemeye cesaret edilemez. inilen yerden köprü yolu nasıl bulunacaktır diye düşünülürken sabaha karşı 4 civarları bir tane fırın bulunur, fırıncı tuvaletleri olmadığını söyler, ancak yolu tarif eder. yola çıkılınca bir otel bulunur. otelin kapısı kilitlidir ve resepsiyonda otelci uyumaktadır. bütün haykırışlara, cama vuruşlara rağmen otelci uyandırılamaz. artık çiş damla damla dışarı çıkmak için çılgın atmaktadır. konaklanması planlanan otele doğru kıçına zenci siki yemiş gibi şekilden şekile girilerek gidilir. otelin kapısı açıktır ama resepsiyondaki adam uyumaktadır. çığlıklarla adam uyandırılır:

vendetta: tuvalet nerdeeğğğh?
resepsiyonist: hehı. haa? sssağğda.

takriben 10 saat civarında tutulan 6 biralık çiş pisivuara uzun süre rahatlama sesleriyle boşaltılır. otelci bir ara gelir ve ne olduğunu kontrol eder. ardından oda tutulur. tuvalete uzak lokasyonlu yerlerde bira içmeye tövbe edilerek 3 saat süren yolculuğu 6 saate olarak lanse eden sevgiliye yapılacak işkenceler düşünülerek uykuya teslim olunur.

büyüdük ey küçüklük unutma bizi

1 yıl oldu ben büyüyeli.

kardeşimi toprağın altına yatırdığım günler tam olarak geçen sene bugünlerdi. küçüktüm bir gün öncesine kadar.. bir günde büyüdüm.

hep o filmlerde gördüğümüz, dizilerde izlediğimiz, çevremizdeki insanların "yazık, adamın gencecik kardeşi öldü" laflarının birebir muhattabıyım ben. çevrenizde böyle olaylar yaşayan insanlara söylenen "bu da geçer, alışılır" saçmalıklarının müptela dinleyicisiyim ben. herkes böğüre böğüre ağlarken kimsenin yanında gözyaşı dökemeyen, gözü dolsa "sen güçlü olmalısın, sen böyle yaparsan annen baban nasıl toparlayacak?" telkinleri ile içimde kopan fırtınalara paratoner saplanan adamım ben.

Herkesin merak ettiği, kimsenin tecrübe etmesini istemediğim o anlamsız sorular ile; her şarkıda, her sigarada, her hüzünde, her hatırada kardeşini arayan adamım ben. Nasıl bir şey acaba diye geçiyor herkesin içinden. kimse cesaret edip soramıyor, hissediyorum bunu. yarım kalmışlığın en acısı bu. sanki vücudunuzdan gövdenizi almışlar, sadece baş ve ayaklar var gibi. sanki burun var ama burun delikleri yok gibi. gördüğün, tattığın ve yaşadığın her şey rutin ve anlamsız gibi.

bir an önce bir şeyler yapmak istiyor insan. hayata dönmek, kendinle birlikte başkalarını da yıpratmamak... geçindirmek zorunda olduğu bir evi, mutlu etmek için çabalayıp duran bir eşi olduğu geliyor insanın aklına. mecburen dönüyorsun rutin işlerine ama kafanla değil. sadece fiziken dönüyorsun. ruhen sen hep o ilk gün duyduğun anne çığlığındasın. hep ambulansa binerken gözünün içine bakıp sana son kez el sallayışındasın sen. aslında sen son görüldüğünde sedye ile ambulansa binen kardeşinin "ben gidiyorum abi" cümlesindesin. ondan sonra gören olmadı aslında beni.

tek bir teselli var sadece, tek teselli... Kardeşinizin adını verdiğiniz oğlunuz.

eskisi gibi hayat enerjinizi bir türlü toplayamadığınız, çocuk ile çocuk olamadan, hep bir burukluk içinde yetiştirdiğiniz çocuğunuz. kimseye amca diyemeyecek olan oğlunuz.

gecenin bu saatinde sizi arabaya bindirip mezara götürecek kadar acı bir şey bu...

kimsenin tecrübe etmesini istemediğim...

kimsenin beni anlamasını istemediğim...

hayatımdaki en büyük acı...

kimsenin bu şekilde büyüdüğünü, artık küçüklüğe veda etmesi gerektiğini anlamaması dileğiyle;

sevgi, saygı ve diğerleri...

kardeşin ölmesi

abi kalbim çok ağrıyor,

çıkmıyor aklımdan bu sözün. çıkartamıyorum bir türlü. olmuyor... sen bu sözü söylediğinde seni tek bir doktora götürmüş olmak çıldırtıyor beni. yoksa bilirsin hiç güvenmem tek doktora. böyle şeylerde en az 3 doktora gitmek lazım derim. ama o kadar test, o kadar tahlil, ve sonuç olarak "hiç bir sıkıntı yok" lafını duymak doktordan, bilmem nasıl anlatayım ki... bütün bu tahlillerin üstüne bir gün geçmeden senin o ambulansa binmen, son olarak "ben gidiyorum" diyerek el sallaman çıkmıyor aklımdan.

şimdi burada olsan,

14 yaşında ilk sigaranı içerken yaptığın gibi anneme yakalansan, yine suçu benim üstüme atsan. abim zorla iç dedi desen. yine dayağı ben yesem... ama bu sefer kızmasam sana. söylemesem sana "abicim kötü bir şey yapıyorsan da dürüst ol, ben yaptım demeyi bil" demesem sana. sikin saolsun koçum desem...

içtiğin biranın boş şişesini atmaya yine üşensen, babam şişeyi görünce abim içti desen. alkolik mi olacaksın lan sen diye babamın azarına yine ben maruz kalsam. "yaptığın bokun arkasında dursana lan, niye bana yapıştırıyorsun?" demesem sana bu sefer. afiyet olsun abicim desem...

düğünümden hemen önce gelsen yine, ben damatlığımı giyinirken gentleman jack diye bağırarak açsan en sevdiğim viskiyi. sırayla diksek şişeyi kafamıza. yine sarhoş sarhoş çıksam düğüne. yine göz göze gelsek, her göz göze geldiğimizde kahkahalar atsak...

abi akşam fenerin maçı var yengem de müsaade verirse rakı alıp geliyorum desen. bana gemikli et yapar mısın desen, elinde rakı ve ekler pastayla gelsen. ben sana bu sefer "gemikli değil kemikli lan, pirzola onun adı" demesem. düzeltmesem seni, gemiğini iyi sıyır paşam desem...

yine bir şeylere beraber sinirlensek sen nazikçe abi afedersin ama sikicem ya desen...

evde ben mantı yerken gelsen, bana karnıbahar haşlayın desen. kilo vermem lazım desen. bende lan siktirtme mideni otur mantıyı yutalım işte desem...

telefonum çalsa, heyecanlı heyecanlı "abi, abi kurtar beni desen fısıltıyla" lan noldu desem, kızın evinde basıldık dolapta saklanıyorum desen...

dedemin mezarını ziyaret edelim desen, mezara ellerinle diktiğin çiçeklerin altına 1 ay sonra senin girdiğini bilmesem...

ben sana para biriktir desem, sen yok desen. olum dolar al lan yükselecek desem sen amerikan oyunu bunlar desen. cüzdanının bir köşesinde 100 dolar dursun parasız gezme desem, sen de cevap olarak kredi kartım var desen. o da olmadı abim var ararım ateşlersin 100 kağıt desen. ve ben almasam o soğuk morgda bir poşet içinde bana verilen son kıyafetlerini. görmesem pantolonunun arka cebinden çıkan sana hediye ettiğim cüzdanı. bulmasam o 100 doları cüzdanının gizli bölmesinde. bir de beni öldürmesen orada...

kardeşim kalbim çok ağrıyor...

anlamsız iddialar ile kandırılan bir nesil

bak üstadım. iddia. adı üstünde iddia. yani bir kişi tarafından ileri sürülen yargı. anlamına iddia başlığından baktım. preghiera nickli yazar kardeşimiz yazmış 8 sene önce saolsun. 7 yıldır bir şey de yazmamış. kendim bir tanım bile yapmaya üşeniyorum. o derece miskinim emenike. bazen bu miskinliğim öyle boyutlara ulaşıyor ki mouse ile 2 tık yapmaya üşeniyorum. farz-ı misal rob dougan başganın clubbed to death https://www.youtube.com/watch?v=_YCGtT_FRYg isimli hayvani güzel şarkısını arka arkaya dinlemek yerine matrix soundtrackini https://www.youtube.com/watch?v=pFS4zYWxzNA açıyorum yutuptan. matrix soundtracki olarak 2 kez arka arkaya kendi çalıyor. yani orjinali 4 dakikaysa burada iki kez çalıyor 8 dakika ediyor.

neyse mevzuyu yine çok dağıttım. halbuki iki kelam edip yatacağım. geçenlerde telefonuma bir mesaj geldi. mevzu buradan çıkma. mesajı okudukça gözlerim faltaşı gibi açıldı üstadım. yani bu nasıl bir iddiadır, bu nasıl bir kör tuttuğunu, sakar yakaladığını öperciliktir, anlam veremedim. dedim ki en iyisi sözlüğe ben bunu yazayım. belki anlam verebilen çıkar. mesajın içeriği şu şekilde. mesajı bana arada bir kah geceleri arayan, kah sabahları arayan, saatte sınır tanımaksızın mesaj atan, kendisi ile yaklaşık 14 yılı bulan bir hukukumuz olan çok sevgili cep telefonu operatörüm atıyor. "Paket dışı kullanımlarınızın durdurulması ve fatura süprizi yaşamamanız için evet diyerek cevaplayın, ayda 3 tl ye kota aşımınız tarafımızdan engellensin." yani diyor ki biz sizin kota aşımınızın farkına varıyoruz ama ayda 3 tl vermediğiniz için belinizi incitmeden değil, belinizi kırarcasına köklüyoruz. haberin olsun sayın abone. böyle de bir kuruluşuz biz. kotayı aşıyorsunuz diye arayıp bilgi verip daha uygun tarife veya ek paket önermek yerine düdüklemek bizim felsefemiz. ona göre yani diyor.

ayrıca birde diyor ki bu mesajla: "güzel kardeşim biz hizmet veren bir firmayız. ama öyle bir hizmet veriyoruz ki sizlere o derece olur yani. bazen bizde şaşırıyoruz nereden ne soksak abonelerimize diye böyle süpersonik fikirler ortaya atan adamları işe alıyoruz. soruyoruz bunlara hizmet veren bir firma olarak nasıl daha çok para kazanırız diye? onlarda bize diyor ki vermediğimiz hizmetten para alalım diyor. internet kotaları dolunca kullanımı durduralım ve kullanım hizmetini vermeyi kestiğimiz için para alalım. nasıl fikir?" ulan dedim be, nasıl bir memlekette yaşıyoruz? sorsan herkes işini hakkıyla yapıyor. o yüzden kamyon kamyon para kazanıyor. işin aslı ama düdükleme felsefesiymiş. çok saf kalmışız bu konuda.

yani ben öyle şeyler iddia eden insanlar gördüm ki, daha fazla şaşıramam diyordum, ama operatörümün hizmet vermeden hizmet parası alma iddiası çok acayibime geldi. yoksa ben neler gördüm neler? misal bir kız tanıdım zamanında. üniversite zamanı bir parkta çimlere oturmuşuz, bu kız arkadaş ayakkabısını çıkarmış elektriğini toprağa verirken, çakmağımı istedi. o sırada güzel kızlar hakkında dönüyor mevzu. benim iddialarım var, güzel kızlar hiç kötü kokmaz, onların ağızları falan da kokmaz. pembe sıçmak mı? bırak canım güzel kızlar sıçmaz. onlar içlerinde süblimleme falan yapıp derilerinden buhar halinde lavanta kokusuyla atarlar dışkılarını... gibi anlamsız iddialar. bu arkadaşımız da kendisinin çok güzel bir kız olduğunu iddia ediyor. o çok sevimli. o çok şirin. onu alacaksın böyle bağrına basacaksın sevgi vereceksin sürekli isteklerini yapacaksın falan. bunları da ayağından gelen çürük peynir kokusu eşliğinde ve benden aldığı tokai çakmak ile yanağında ki kılları üterken iddia ediyor. ulan biraz daha ütsen kılları çakmağın gazı bitecek, sen neler söylüyorsun?

iddia dedik ya. iyice sıçalım içine. askerdeyken bir gün devriye attım akşam 7-9. geliyorum nöbeti bitmiş mehmetçiklerle. bataryaya döndüm ki nöbetçi subay batarya binasını inceliyor. gördü beni çağırdı. tüm askerleri topla gel çabuk dedi. emredersiniz dedim, topladım askerleri geldim. tekmili verdik, çavuş gel buraya dedi, seğirttim yanına:

vendetta: emredin komutanım!
komutan: lan bu batarya binası yamuk duruyor lan. sağ yana yatmış biraz.
v: nasıl komutanım?
k: lan baksana, bina sağa yatık duruyor, yıkılacak bu bina.
v: haklısınız komutanım.
k: askerlerin hepsini topla sağ tarafa, binayı itsinler sola doğru.
v: emredersiniz komutanım!

neyse. topladım askerleri. geçtik sağ tarafa. itiyoruz binayı. bildiğin herkes itiyor ama. o sırada kafamdan şunlar geçiyor. ulan diyorum şimdi amerika falan bizi uzaydan izliyorsa "bunlar yeni bir silah bulmuş falan mı diyordur? yoksa gülüp eğleniyorlar mıdır?" diyorum. komutanın sesi geldi, bende kendime geldim:

komutan: lan fazla ittiniz bu seferde sola yattı bina. geçin biraz da soldan itin.

birazda soldan iterek binayı dengeledik. yalnız kimse demiyor ki o sıra "abi biz ne yapıyoruz?" o derece rütin yani böyle şeyler. artık nasıl bir kafa yapısına geldiysek..

saygı, sevgi ve diğerleri...

sevgili ile alışveriş yapmak

-ya offf yaaa.

bu sesle uyandım. yılların verdiği birikim ile biliyordum ki "ya" ile başlayan cümleler iyiye işaret olmazdı. hele ki arkasından "off" geliyorsa kesinlikle sıkıntılı bir durum mevcut demekti. hele ki bir de bu kelimeleri sandviç gibi bir "yaa" ile daha bitiriyorsa, her an büyük bir kaos çıkabilirdi.

uyuyor numarası yapmaya başladım. bu sefer daha yüksek bir "yaaa offf yaaaa" duydum. bu sefer ki yaa off yaa erkeğinin kendisi ile ilgilenmesi için uyandırmaya çalışan bir dişi mesajıydı. mesajı algılayıp uyanıyor numarası yaparak uyandım.

vendetta: günaydınnnnn.
sevgili: ya vendetta giyecek hiç bir şeyim kalmamış yaa.
vendetta: aşkım daha geçenlerde aldık ya. taksitleri bitmedi daha.
sevgili: off aşkım. onun üstünden aylar geçti. hadi kalk kahvaltı yapalım da alışverişe gidelim.

hmmm. mevzu çok derin. onun üstünden aylar geçti mi gerçekten? zaman nasıl akıp gidiyor. alışveriş mi? yılların verdiği deneyim ile öğrenmiştim bunu. insanların bir şeyler alarak karşılığında para verdiği olaylar bütününe alışveriş deniyordu. ama ben alışverişe bir türlü alışamıyordum. hele ki alış kısmı başkasına veriş kısmı bana aitse, daha bir alışamıyordum. tam olarak alışveriş kavramının sınırlarını da bilemiyordum. mesela sevgili eşimin aldığı bir kıyafet alışveriş olurken, benim takımıma destek için aldığım forma boşa giden para olarak adlandırılıyordu. sırf oyun oynayabilmek adına sevgili eşimin aldığı cep telefonu alışveriş adı altında değerlendirilirken benim aldığım soccer oyunu "sen çocuk musun?" sorusu altında işlem görüyordu. (bu arada soccer oyunu ile anlatmak istediğim şey şu linkte: http://www.internetoyunca...si-futbol-oyunu-orta.html )

kalktım. dişimi fırçaladım, bir iki şey atıştırdım ve giyinmek için odamıza döndüm. merhaba 6 kapaklı dolabımız. bugün bana ne gibi giyecekler sunacaksın acaba? altlı üstlü iki bölümden oluşan dolabım benim. tam 12 adet kocaman bölmelere sahipsin. bir akşam üstü alışveriş ritüelinin kaçınılmaz sonucuydun sen. sevgilim seni almaya (alış) karar verdiğinde ben verme (veriş) konusunda çok mesafeli yaklaşmıştım aslında. şimdi düşünüyorum da iyi ki seni almışız.

sevgilime ait 11 bölümü geçtikten sonra duvar tarafına sıkıştırılmış olan kendi bölmemi yavaşça açtım. o bir tanecik bölmede montlarım, gömleklerim takım elbiselerimle göz göze geldim. alttaki ölü kısımdan bir adet çorap seçtim. hmmm ben ne zaman yeşil çorap almışım acaba? ulan bu çorap benim değil ki. demek ki tehlike çanları senin için de çalmaya başlamış sevgili dolabım. sevgilim 11 bölmeye sığmamış benim 1 bölmeme kendi çoraplarını da koymuş. durumu değerlendirmeye aldım. eğer ki 6-6 bölmelerle başladığımız dolabımda 1 bölmeye sahip olmam dışında çorapların neden burada olduğunu sorsam yeni bir dolap alış verişinin fitilini yakacağımı fark ettim. sessizce giyindim ve arabaya indim.

arabayı ısıtma görevimi ifa etmeye başlamıştım ki aklıma somali geldi. dolabımızı oraya ışınlayacak bir şey icat edebilseydim, somalideki insanlar kıyafet fazlalığından çoraplarımı yemeye başlayabilirlerdi. kapının açılma sesiyle kendime geldim. sanki bir taksiciymişim gibi "kayseri park" dedi. alış veriş merkezinin önüne geldiğimizde taksicilik görevi üstüme yapışmıştı.

arabayla alış veriş merkezinden içeri girdim. iki girişin hangisinden girmemiz gerektiğini kestiremedim. "hangi kapıda inersiniz?" dedim. "mango bu tarafta ya hayatım." dedi. arabayı park ettim. mango. kadınlarda hipnoz etkisi yaratan, bende tadını bilmediğim bir meyve olarak kodlanmış 5 harfli kabusum. tek sevdiğim yanı girişte solda ki ilk mağaza olması.

mangonun içinde gezinmeye başladım. alacaklarımı somaliye yapılacak bir yatırımmış gibi düşünmeye çalıştım. arada bir: çok yakışmış, sanki senin için dikilmiş, off aşkım çok güzel oldun, bence bunu kesinlikle almalıyız, gibi onaylama cümleleri ile alışverişi mümkün olduğunca kısaltmaya çalıştım. aynı zamanda ilgili bir erkek gibi görünmemi de sağlıyordu. içeride geçen yaklaşık bir saat sonra asli görevim için kasaya davet edildim.

kasiyer: toplam 387 tl.
vendetta: kredi kartımdan çekebilir misiniz?
kasiyer: 9 taksit yapıyorum o zaman.

9 taksit dediğinde düşüncelere flaşbek yaptım. 9 ayda bir çocuk sahibi olabilirdik. seçimler yapılmış hükümet değişmiş olabilirdi. mevsimler geçerdi. içinde bulunduğumuz yıldan çıkıp başka yıla girebilirdik. asker kaçağı bir üniversite mezunu yakalanıp askere gidebilirdi. terhisini alıp dönebilirdi. anlattığı askerlik anıları ile arkadaşlarını 3 ay önce bunaltmış olabilirdi. walking dead dizisinin yeni sezonu izlenip bitebilirdi. belki dizi final bile yapabilirdi. ve bütün bunlar olurken hala taksitlerimiz devam ediyor olabilirdi.

"tamam yapın." dedim. düşüncelerden kurtulamıyordum. kulağıma gelen lazım sesiyle düşünceler dünyasından uyandım.

+ he aşkım anlamadım, ne dedin?
-dolap dedim hayatım. bir dolap daha mı alsak? sığmıyoruz buna.

sığmıyor muyuz? "sığmıyorsun aslında aşkım" demek istedim. ama demedim. bunun denmemesi gerektiğini öğrenecek kadar evli kalmıştım. yeni bir dolap fikri demek, yeni "yaa off yaa"lar ile uyanmak demekti. yeni taksicilikler, yeni mangolar demekti. somali geldi aklıma, gülümsedim...

digitürk müşteri hizmetleri

çok fantastik elemanları bünyesinde barındıran kuruluşun diyalog ayağı.

digitürk üyeliği başlatılmış 15 gün sonra ilk fatura gelmiştir. ancak ilk fatura konuşulduğu gibi 15 tl değil 61 tl gelmiştir. müşteri hizmetleri aranır:

müşteri hizmetleri: merhaba ben ibrahim. Nasıl yardımcı olabilirim?
Vendetta: ibrahim bey faturam ile ilgili bir sorunum var. Fatura konuştuğumuz gibi gelmedi.
m.h: ben sizi ilgili birimdeki arkadaşlara aktarıyorum.
m.h: merhaba ben Burcu. Nasıl yardımcı olabilirim?
v: Merhaba Burcu hanım. Faturamla ilgili bir sıkıntı var. Bu şekilde konuşmamıştık ben üye olurken.
m.h: Hemen kontrol ediyorum efendim.
v: size zahmet.
m.h: bir sıkıntı gözükmüyor efendim. Nasıl bir sorun var?
v: ya beklediğimden fazla geldi, şimdi ben hangi pakete üyeyim?
m.h: süper lig paketiniz var, yetişkin paket, eyç di yayın alıyorsunuz.
v: yetişkin mi? Ben öyle bir şey söylemedim hanımefendi. Ne yetişkin paketi? iptal eder misiniz onu lütfen?
m.h: Söylemediniz mi? Taahhüt bile vermişiniz efendim. iptal edersek ilk faturanıza cezası yansır.
v:(ulan alkollu kafa ile arayıp bir bok mu yedim acaba?) ya yok siz iptal edin onu. Ben cezama razıyım.
m.h: işlemin geri dönüşü yok efendim. 60 tl cayma bedeli ödeyeceksiniz. Onaylıyor musunuz?
v: Onaylıyorum.
m.h: iptal ettim efendim? Başka yardımcı olacağım bir şey var mı?
v: Var. ben süper lig paketine üye olmadım. Olduysam geçen hafta neden sadece fenerbahçe'nin maçını izleyebildim?
m.h: süper ligin tüm maçları açık size efendim. yine taahhüt vermişiniz.
v: ya ben öyle bir şey yapmadım arkadaş. sen onu da iptal et sana zahmet, fenerbahçe taraftar paketine çevir. zaten sadece takımımın maçını izlemişim.
m.h: efendim işlemin geri dönüşü yok. cayma bedeli faturanıza yansıyacak ama ne kadar geleceğini göremiyorum tutarın. Onaylıyor musunuz?
v: Onaylıyorum.
m.h: başka bir şey var mı efendim?
v: bana belgesel paketini ekleyebilir misiniz?
m.h: aylık 4 tl fark ve 18 ay taahhüt ile ekliyorum. Onaylıyor musunuz?
v: evet.
m.h: Başka yardımcı olabileceğim bir şey var mı?
v: Başka bir şey yok. teşekkür ederim.
m.h: digitürkü aradığınız için biz teşekkür eder, iyi günler dileriz Hami bey.
v:.....
m.h:....
v: Ney bey?
m.h: Hami bey?
v: Ne hamisi? Ben vendetta bey.
m.h: Nasıl yani? siz Hami .... değil misiniz?
v: Hayır efendim, değilim.
m.h: ama arkadaşlar sizi birimimize aktarırken bu şekilde aktarmış.
v: hmmm. ben o zaman bir koşu hami bey olup geleyim.
m.h: yok vendetta bey, siz olmayında, Hami beye yazık oldu taahhütleri bozduk. Sizin üyeliğinizle ilgili işlem neydi efendim?

dedikten sonra saolsun kardeşimiz işlemlerimi halletti. yalnız yine de hiç bir güvenlik sorusu sormadan ve kimlik doğrulama yapmadan. meğersem digitürk reyiz ön ödemeli sisteme geçmiş. ilk 15 gün ve önümüzdeki ayın faturasını bir hamlede kaktırmış. neyse olan hami'ye oldu aminike. bir de hami koyu galatasaraylı falansa ikinci haftadan zorla fener maçını izletcez adama.

mazakaland

cumartesi günü şöyle bir gezmeye gittiğimde kulak misafiri olduğum diyalog sonrası dumura uğratmıştır. kayserili teyzem çocukları ve eşi ile gezmektedir. genç kız ile arasında şöyle bir dyalog yaşanır.

kız: şurası neymiş? oraya gidelim mi?
anne: korkut'un eli. ne işin var milletin eliyle eşşoleşşeğin kızı.
kız: anne korku tüneli yazıyor orada yaaa offf. hadi eve gidelim.

koli bandı ile hastanelik olmak

çok sağlam bir yapıştırma aracı olan koli bandı ile çığır açan bir olaya imza atmaktır.

hazır atılmışı var o imzanın, hazır açılmışı var o çığırın, yaklaşık 3 saat önce başıma geldi. hemen aktarayım efendim.

mesai bitmiş iş yerinden çıkmak için son hazırlıklar yapılmaktadır. müdür yardımcısı gelir:

müdür yardımcısı: paşam çıkıyor musun?
vendetta: çıkıyorum üstad.
m.y: yarın göndereceğimiz atıl malzemeleri seninle saysak olur mu?
v: tabi abi.

aşağı inilir. gidecek koliler tek tek açılarak içindeki malzemeler kontrol edilir. sıkıntı olmadığı görülür. koliler tekrar kapatılırken müdür yardımcısı ile samimi bir muhabbete girilir. bu esnada müdür yardımcısı kolileri kapatmakta şahsım koli bandı ile bantlamaktadır.

m.y: işte adamlar ondan sonra bir geldiler, 45 kişi. dedim boku yedik.
v: abi adamların en çekirdek ailesi 45 kişiden oluşuyor normaldir.
m.y: ondan sonra başladık tartışmaya. bu kolide tamam paşam, bantla.
v: tamamdır abi.
m.y: sonra beni müdür yapmadılar işte. zaten biliyorsun yağcılık konusunda çığır açmak lazım. bantla paşam.
v: bu da tamam abi.
m.y adama müdür olacan etek giy deseler, sırf yağcılık olsun diye giyerler lan. bantla.
v: ahahahah. abi abarttın sende.
m.y: lan ne abartması. ben zaten iskoçyalım diyerek gezerler ortalıkta. bantla.
v:hauahaoahodsaohahha haaaaa, khhhıkkkkkk. haahhhkkkkk. ööhühhü öhühüh.
m.y: ne oldu lan?
v: öhüöh, öhöhöhh. hhıkkhhhhh. amına koyyum kaaahhhhhkkkk.
m.y: lan ne oldu kıpkırmızı oldun?
v: hhakakk, abi bant bademciğime hhıkkhhh yapıştı gülünce öhöhöhh.
m.y: huahahahahah. ulan ne adamsın yaaa.
v: abi hhıkkhhh. elimlede çıkaramıyorum. hhöööökkkk. ögghhh. valla ölecem nefessizlikten. ambulans hıhkkhhhh....

ardından hastaneye gidilir. doktor tarafından bant çıkarılır. inanılmaz bir boğaz ağrısı ile eve gelinir. sözlük açılır...

edit: makasla kesin lan şu bantları. hem dişlere yazık.

facebook un ilişki bitirme potansiyeli

facebook...15 dakika öncesinde belki de hayatımın en büyük yanlışını yapmış olmamı sağlayan site.

daha önce sevgilimin babasından bahsetmiştim. bilmeyenler için:

(bkz: #5929306)

gelelim mevzuya...

liseden bir arkadaşın profilinde geziniyordum. arkadaşın babası o zamanlar dolmuş şöförüydü. kendiside çok idealist birisiydi ve bir gün o dolmuşu sürmek için canla başla okuyordu. geçenlerde gördüm, arkadaş olarak ekledim. dün kabul etmiş. hayatında ne gibi değişiklikler olduğunu anlamak için profil fotoğraflarına bakıyordum.

kardeşimiz level atlamış, travego otobüs şöförü olmuş. otobüsü ile birlikte bir çok fotoğraf barındıran bir profile sahip. pozlarda yakıyor hani. sanırsın kızlar için danger ibareli bir sikiş makinesine dönüşmüş. o derece pozlar verilmiş.

kendisi her nasıl olduysa yurt dışına da çıkmış. ve buda heykeli ile fotoğraflar çektirmiş, bunları da facebook'a eklemekten uzak durmamış. ancak 1-2-5-10 değil yüzlerce buda heykeli ile fotoğraf. budaya kulak yapmalar, yanağından öpmeler, orta parmak kaldırmalar falan. bende sıkıldım hızlı hızlı geçiyordum fotoğrafları ki; o ana kadar...

efendim facebook kullananlar bilirler, birinin fotoğraflarını gezerken sürekli bu fotoğrafı etiketlemek ister misin uyarısı verir. o kişinin yüzüne mouse denk gelirse aşağıdan da arkadaş listeniz açılıyor.

hızlı hızlı geçerken kaşla göz arasında bir anda o pencere açıldı, beyin bunu algılayana kadar mouse ile 3-4 tık daha yapıldığından birinin etiketlendiği geçte olsa tarafımdan fark edildi. geri dönüp fotoğrafa baktığımda adeti gecikmiş orosbular gibi kalakaldım. 4 dakika uzatma verilmiş bir futbol maçına 90+4 de dahil olmuş yedek oyuncu gibiydi ruh halim. fotoğraf aynen şu şekildeydi:

bu kardeşimiz dilini çıkarmış, omzunu çökertmiş yamuk yumuk dururken, buda abiye (işaret ve orta parmağının arasına baş parmağına sokmak suretiyle) nah işareti çekiyordu. buda abinin üstüne geldiğimde buda abinin, buda abi olmadığını, nişanlımın babası olduğunu gördüm.

o hengamede kayın babam olarak etiketlemişim budayı. hani babamda eski osmanlı adamları gibi. 2 metre boy, 2 metre en var arkadaş. zevzekliğine yapsan bu işi cuk oturur o adamı seçmek.

ulan o heyecanla denedim her şeyi ama kaldıramıyorum. hemen arkadaşa mesaj attım. cevap da gelmedi pezevekten. şimdilik durum stabil. babam da fark etmemiş gibi. nişanlım az önce aradı ve bu saygısızlığım ile ilgili olarak bilgi istedi benden. kendimi bürokrat gibi hissettim amına koyyum. gerekli mercilere açıklamalarda bulunmayı sürdürüyorum.

revolution

izleyip izlememek arasında kararsız kalmış olduğum diziydi. ilk 5 bölümü izler, sararsa devam ederim diyordum. ta ki 3. bölüme kadar...

--spoiler--

--spoiler--

s1e3 de stephen king'in mahşer adlı eserine selamını çakmıştır. eseri okuyanlar bilirler, larry underwood karakterini hatırlayacaklardır. Aaron dizide billy underwood adında birinden bahsediyor.

tesadüftür dedim fazla kurcalamadım. ancak miles, nora ile birlikte asilerin kampına gidince, pedere kendini stu redman charlie'yi frannie olarak tanıtınca anlık bir şok yaşadım. acaba dedim mahşeri mi diziye çekiyorlar, hani konu da biraz pararlellik gösteriyor. eserdeki karakter adlarını da birebir sarfettiler.

--spoiler--

--spoiler--

araştırmaya başlayacaktım ki, yok dedim bu gizemle izlemek daha güzel. sonuç olarak daha ne kadar mahşere selam verirler, birebir örtüştürürler sadece görmek için; sonuna kadar izlemeye devam.

hastaneye refakat etmeye gidip refakat edilmek

Hayatımın milyonlarca utanç veren hadiselerinden sadece birisi daha.

Çalışma arkadaşlarından en samimi olduğunuz bir anda görme konusunda sıkıntı çekmeye başlar. Anlık olarak belli bir yere odaklanarak bakamama, her tarafı buğulu görme gibi şikayetleri başlar. Müdür arkadaşın hastaneye gitmesini söyler. 13 personel içerisinden bana bakarak "sende yanında git." der.

Müdür bu arkadaş, ne derse yapılan insan var ya, heh işte o bu. Ben öyle adamlar tanıyorum ki sırf müdür dedi diye neler neler yaptılar. Örneğin müdür personelden birisi ile cehenneme gitti diyelim. Burasıda iyiymiş sıcacık dese müdür, personel hemen "bir yerden soğuk geliyor kapatın camları" der. En maço erkeğe yarın gelirken etek giy dese, personel: "ben zaten iskoçyalıyım." der. Hatta bazı yalakalıkta sınır tanımayan personel var ki; müdür fuhuşu övse "ben zaten orosbu çocuğuyum" der ananı sikeyim dese "Belinize kuvvet müdürüm" der. Neyse mevzu dağıldı yine.

vendetta: müdürüm ben gitmesem olmaz mı?
müdür: neden?
vendetta: müdürüm ben iğneden korkarım.
müdür: ya iğne ile ne alakası var. göz muayenesi yaparlar sadece. böyle bir durumda arkadaşını nasıl yalnız bırakmayı düşünebilirsin?

Haydiii. şimdi bu lafın üstüne de bir şey denmez ki birader.

Arkadaşla birlikte arabaya atlanır, hastaneye gidilir. Giriş kaydı yapılır. Daha muayene olmadan arkadaşın görme duyusu eskisine dönmüştür. Yinede iş şansa bırakılmaz. Göz polikliniğine gidilir. Sıra yoktur. Arkadaş içeri girer. Şikayetini anlatır. Ölçümler yapılmaya başlanır. Bir aletten bir alete koşturulur. Yaklaşık bir saatin sonunda doktor göz ile ilgili bir sıkıntı olmadığını, ancak kalp ile ilgili bir sıkıntı olabileceğini söyler. Emboli şüphesi ile kardiyolojiye sevk eder.

Bir iki oynama mıncıklamadan sonra kardiyolog: "kan tahlili yapmamız lazım." diyerek bitirici cümleyi kurar. Doğum sancıları benim için başlamıştır. Durumdan haberdar olan arkadaş gelmemi istemez, ancak delikanlılığa bok sürdürmemek adına yanında gidilir. Kan alacak hemşire gelir:

arkadaş: Hanımefendi, beni kan tutar bilginiz olsun.
hemşire: tamam arkadaşın da burada olsun, sen hiç bu tarafa bakma.
arkadaş: onuda iğne tutar.
hemşire: (bana bakarak) tutmaz tutmaz. iğne tutması diye bir şey yok tıp literatüründe.

Hemşire kan almak için gerekli hazırlıkları yapmaya başlar. bir, iki, üç derken tam dokuz tane tüp çıkarır koyar:

vendetta: abla o tüplerin hepsini bu kardeşimiz mi dolduracak? (arkadaş döner tüplere bakar)
hemşire: ya sussana kardeşim. ne söylüyorsun.
vendetta: insaniyet namına.
hemşire: tamam kafanı çevir sen öbür tarafa. sende şu mendili al ben kan alırken arkadaşına koklat.

Hemşire kan almaya başlar. O şırınga ile damardan sanki kan değilde, dizlerimden derman çekiyor gibidir. o şırıngayı çektikçe, benim dizler güç kaybetmeye başlar. Arkadaşı bırakmamak adına mümkün olduğunca dayanılmaya çalışılır. Tüm şırıngayı doldurup iğneyi çektikten sonra, kolonyalı mendil açılır arkadaşa verilir. Hemen yanda bulunan koltuğa büzüşülür.

vendetta: abi ben gidiyorum.
arkadaş: lan vendetta. sakin ol, iyi misiiinnyynnğğğğğ?

--spoiler--
flashback
--spoiler--

Görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu sevgilim. Ne kadar da özlemişim seni. Meğer sende beni... Koşarak mı geliyorsun bana? Hani hep benden hızlı koştuğunu iddia ederdin sevgilim. Sana kavuşma hayali bu tezini çürüttü görüyorsun. Ben senden hızlı koşuyorum sana doğru. Ne de sıkı sarıldın sevgilim. Gözlerinin yaşları tenime temas ettikçe içim titriyor bebeğim. Neden kafanı yanağıma vuruyorsun sevgilim? Böyle bir sevme tarzımız yoktu bizim. iyiyim sevgilim sorup durma, seni gördükten sonra iyi olmamak mümkün mü yeşil gözlüm? Aman Allahım, bu nasıl bir kokudur sevgilim? Mis gibi kokardın sen, bu ne kesif bir kokudur böyle? Ter desen ter değil, sen kokusu desen sen kokusu değğiiilllllyyyyyy....

--spoiler--
flashback
--spoiler--

Kendime bu düşüncelerle gelmeye başladım. Arkadaşım beni tokatlarken, hemşire bir şey koklatıp "iyi misin" diye soruyordu.

vendetta: iyiyiimim sevgiliğğiğmimm, iyiyiyiimmm bebeeğiğiiimmmm.
hemşire: gerçek dünyaya hoş geldin neo.
vendetta: ha? ne? abi iyi misin?
arkadaş: ulan ben iyiyim de sen iyimisin. Yüzünde renk kalmadı.
hemşire: arkadaşın bukalemun gibiymiş, baksana kamufle oldu resmen. arkadaki duvarın rengide sarı, arkadaşın suratı da sarı. Hiç bir fark yok.

Demem o ki; hastane bana iyi gelmiyor sevgilim.

hastane

murphy yasalarını yazarken sanırım hastane koridorunda oturuyor, o kokuyu soluyordu. ne zaman gitsem bir olay oluyor hastanede. bu kadar aksilik bir araya ancak böyle bir yerde gelir.

sabah işe kalkılır. bir kahve yapılır, sigara yakılır. ardından güzel bir sıçış seansı, duşla sonlandırılır. dişler fırçalanmaya başlanır. tam o sırada boynun arkasından ani bir acı dalgası yayılır. bizim halk dilinde boyun tutulması, damar damar üstüne gelmesi olarak adlandırdığımız bu olay (latincede çok havalı bir ismi vardır eminim) ile kilitlenilir. işe gitmek, gitmemek arasında düşünceler kafadan geçerken ani bir karar ile hastaneye gidilir.

ben bu mekana ne zaman girsem ilk hissettiğim şey kan kokusu oluyor arkadaş. hastane kokusu dediğimiz o şey bana kan kokusuymuş gibi geliyor. her hastane nasıl aynı kokabilir? her neyse muayene için sıra alınır. doktorun ilk hastası olarak odaya girilir. doktorla biraz muhabbetten sonra konuya girilir.

vendetta: hocam sabah dişimi fırçalarken bir anda boynum tutuldu. şimdi kaldım böyle kurbağa gibi takılıyorum yarım saattir.
doktor: bak o neden oluyor biliyor musun? dişini fırçalarken fırçayı sabit tutup kafayı sağa sola oynattığından oluyor. kafayı değil fırçayı hareket ettir.
vendetta: ahahaha. bundan sonrası için dikkat ederim hocam.

doktor elimi kolumu alır, sarar sarmalar arkada kündeye getirir, parende attırır, yaptığı hareketler sırasında acı olup olmadığını sorar. en sonunda kas kaynaklı bir sıkıntı olduğuna kanaat getirir, ancak her ihtimale karşı mr için akşama randevu verir. ilaç yazar, iki günde rapor patlatır. ilk defa rapor almanın sevinci ile hastaneden çıkılır, sigara yakılır. o esnada kankanız, kardeşim diyebileceğiniz kişinin de hastane önünde sigara içmekte olduğu görülür.

vendetta: erdem napıyon lan? kayseriye ne zaman geldin, neden haber vermedin aminike?
erdem: lan nereden çıktın gel bir sarılayım sana. özledim lan.
vendetta: kanka sarılma boynum tutuldu. hayırdır?
erdem: ya dayım çok kötü, dün durumu ağırlaşmış, apar topar bindim uçağa geldim.
vendetta: vay lan geçmiş olsun, allah hayırlısını versin kardeşim. gel şu raporu bırakıp gelelim, kahvaltı da yaparız biraz kafan dağılır.

Rapor iş yerine teslim edilir. kahvaltı yapılır. bir süre sohbet muhabbet ardından kanka ile tekrar hastaneye gelinir. akşam 16:00 gibi mr'a girilir. kanka ile hastanede sigara üstüne sigara yakılır. gece saat 12 gibi kankanın dayısının vefat haberi gelir. artık sadece hatıralardan ibaret olmuş bir insanın vücudu morga kaldırılır. ertesi gün için ne, ne zaman yapılacak gibi konuşmalardan sonra, öğle namazı ile defnetme kararı verilir, ahali dağılır.

sabah kalkılır. boyun ağrısı biraz hafiflemiştir. hastaneye naaşı almak için gidilir. Morga girilir, kankanız prosedürler hakkında konuşurken morgun çekmecesi açılır. Ancak çekmece ile birlikte naaşın gözleri de hafiften açılır. Önce bir göz yanılsaması olduğu düşünülerek sağa sola bakınılır. Sizden başka kimse fark etmemiştir. Yüzüne doğru biraz eğilerek (boyundaki acıyla) daha dikkatli bakılır, o sırada gözler hafiften tekrar açılır. Müthiş bir korku ve panikle:

vendetta: laahhhhhnnnnnnn!

herkes döner bakar. (bu esnada parmak ile kankanın dayısı işaret edilmektedir, ancak ağzınızdan tek bir kelime bile çıkmamakta, çıkamamaktadır.kimse ne demek istediğimi anlamamaktadır.)

vendetta: laaahhhhhhnnnnnnnn!
erdem: lan dayım yaşıyor!

bir anda büyük bir kargaşa başlar. hemen yoğun bakıma alınır adam. kankanızın ve onun yakınlarının küfürleri tüm hastaneyi inletmektedir. olayın şoku uzun süre atlatılamaz. yaklaşık bir saat sonra bünye kendine gelmeye başlar. eve yatmaya gidilir, olanları düşünmemeye, bir an önce uykuya teslim olmaya çalışarak yatılır.

ertesi gün mr sonucu sorulmaya gidilir. mr sonuçları alınır. C3 ve C4 ile ilgili bir sayfa dolusu yazıya bakarak doktorun odasına doğru gidilir. doktor bir süre mr sonucuna baktıktan sonra:

doktor: ne zamandır boyun fıtığı var sende?
vendetta: ne zamandır boyun fıtığı var bende?!!
doktor: evet bende onu soruyorum.
vendetta: valla, bugünden itibaren var o zaman hocam.
doktor: nasıl yani? bilmiyor muydun?
vendetta: e siz 2 gün önce muayene ettiniz, kas kaynaklıdır dediniz. ilk defa öğreniyorum.
doktor: hep o diş fırçasından.
vendetta: yinede belli olmaz hocam. 2 gün önce öldü dediğiniz arkadaşımın dayısı, dün morgdan canlı çıktı. Yok mudur bununda bir formulü?

doktor şaşkın şaşkın bakarken telefonum çalar:

erdem: kanka yarın ikindi de cenazemiz var. öğlen olsun diyor bizimkiler ama, ben ikindiye kadar beklemekte fayda var diyorum.

hastanede yaşanmış 2 gün... canlı bir insanı öldü diye morga koymak... vay be, hala o gözlerin açıldığını düşündükçe kanım donuyor...

smirnoff north

--spoiler--
bu bir aşk hikayesidir
--spoiler--

ilk göz göze geldiğimiz an tutulmuştum rengine. hediye paketinden çıktığın an biliyordum ki, o kadar uzun yolu, benim görmediğim ülkelerdeki, benim görmediğim şehirleri kat ederek; sidiğim olmaya gelmiştin. askerden ilk geldiğim günlerdi. senden önce gelmiş olanların en sonuna attım seni. Sıraya girmiştin artık. Senin de takdirindir mavişim, askeri düzeni henüz atlatamamıştım. askeriyeden bahsediyoruz, sporda sıraya giriyorsun, yemekte sıraya giriyorsun,banyoya sırayla giriyorsun, hatta bazen sıraya bile sırayla giriyorsun. o yüzden sende diğer şişelerden sonraki sıranı almıştın.

ve aylar sonra sıra sana gelmişti. bütün içkileri sek içmeyi seven biri olarak mavişim, seni de mundar etmeyecektim. beklentilerim sadece rengi güzel bir vodka tadıydı açıkcası. ancak bardağa dökülürken senden yükselen o kokuya ben bir kez daha tutuldum mavişim. ne de güzel kokuyordun. bir sevgilinin boynu gibiydin..

bu kasvetli havada ne de güzel akıyordun boğazımdan bebeğim. içine buz atmayı düşündüm, seninle arasında ki uyumu kıyasladım, olmazdı mavişim. kabul görmedi bu fikir benden. bundan bir kaç kadeh sonra dolu yağmaya başladı hatırlarsan. o doluların büyüklerinden alıp atmıştım içine. ne de güzel uyum sağlıyordun ekürine. o tatlı tadın daha mı bir tatlı olmuştu ne? senin sonuna gelirken yavaş yavaş, yeni bir yoksunluk krizi duyacağım bir şey mi ekleniyordu hayatıma?

ve sen bittin. sen bitince en büyük darbeyi senden aldım ben mavişim. northhhhh çığlıkları ile evin içinde gezerken, annesinden dayak yeyip anne diyen ağlayan çocuklar gibiydim. bir kez de olsa beraber olmuş olmak çok iyiydi mavişim.

yaratıcın smirnoff'a büyük saygılar ile,

sana aşık olan,

vendetta.

--spoiler--
bu bir aşk hikayesiydi
--spoiler--

vedat özdemiroğlu

--spoiler--
bu dünyaya bir çocuk getirmek istemiyorsun madem, o zaman evlat edin. o çocuğa bir dünya getir.
--spoiler--

gibi muhteşem bir cümle kurabilen insan.